“Sanat eleştirisi kavramı ne epistemolojik ne de estetik varsayımlar olmadan belirlenebilir. Eleştiri, her şeyden önce bir bilme momenti içerir. Bunu ister saf bilgi, isterse değerlere bağlı bir bilgi olarak kabul edelim, sanat ve edebiyat eleştirisindeki eğilimlerin temelinde bu ögelerin önemli bir payı bulunmaktadır.”
(Benjamin, 2013, s.61)
Bir metne, bir yazına; ideoloji ve sosyoloji gibi kavramları şeffaf kılarak yaklaşma tutumu, hiçbir zaman geçerliliğini korumuş bir okuma savı olmamıştır. Benjamin’in edebiyat eleştirisine olan yaklaşımında özellikle altını çizdiği “bilgiye sahip olma” düşüncesi, edebiyatta bir romanın nasıl ideolojik yahut kültürel bir “araç” olarak kendisini var etmesi düşüncesinden değil, aksine bireyin kimliğinin edinmeye çalıştığı öngörüler dahilinde bir edebiyat metninin nasıl bunları sarmal halinde taşıyarak yeniden kurarak, yeni eleştirilere ve imkanlara olanak sağladığını düşünmesinden ileri gelmektedir. Dolayısıyla bir metne eğilme tutumu, öncelikli olarak çerçevesi mümkün kılınmış belirli düşünce izleklerinden doğabilir. Bu noktada Milan Kundera romanlarında, kendisinin tezat bir şekilde sunduğu kadın/erkek ikiliği üzerinden feminist bir yaklaşımın kendisini bellemek pekâlâ mümkündür. Nitekim Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanındaki Tomas, Tereza ve Sabina karakterlerinin kitap içerisindeki yansımaları, yazarın üslubu ile birlikte bu tutuma büyük bir pay bırakmaktadır. Tereza, rüyalarında gördüğü çıplak kadın cesetleri, Tomas’ın önünde diz kıvıran kadın bedenleri ile toplumun ve bir çağın temsil ettiği cinsiyetçi, eril ağlar karşısında kendisiyle sürekli bir hesaplaşma içindeyken öte yandan Tomas, ruh/beden imgesini doyumsuz bir şekilde hiçleştirerek yaşayan, karşısındaki hiçbir kadının (özellikle de Tereza’nın) varlığını kendisinde ya da kendisiyle kabul etmeyen bir karakterdir. Tomas bedenini sıradanlaştırarak, bedenini her bedene özgürce açarak ruhunu beslemek ister. Çünkü aldığı haz, yüzlerce kez aynı devinimlerle gerçekleşen cinsel eylemin kendisinden değil, her bir kadının kendine has farkını keşfetmenin heyecanından kaynaklanır. (Bir Düşün Sonu, 2017, s.103). “Ruhunu zenginleştirmek için bedenini sıradanlaştıran” Tomas karşısında “bedenini özel kılabilmek için ruhunu tekil, kısır deneyime hapseden” Tereza vardır. Kundera’ya göre kadın kendi bedeniyle bu kadar büyük bir hesaplaşmalara ve çelişkilere mahkûm olmak durumundadır çünkü karşısında her daim ruh imgesi ile anlam dünyası inşa etmeye çabalayan ve böylece karşısındaki kadını yok sayan bir erkek mevcuttur. Yazara göre Tereza bedenini kısıtlanmış tahayyüller döngüsünde kurarken Tomas bedeninin varlığından adeta haberdar değilmişçesine bunu sürekli arka plana atar. Çünkü halihazırda zaten toplumun kadın-erkek dünyasına olan bakışı da bu keskin eşitsizlik tarafından belirlenmiştir ve Kundera karakterlerinin yaşamdan böylesine farklı soyutlanma biçimlerini ortaya koyarak bu makasın açtığı mesafeleri irdeler. Bunu yaparken de hiçbir karakteri diğerinden üstün tutmaz ya da birinin bir diğerinden yaşamı daha özlü bir şekilde duyumsayarak erdemli bir yaşantı sürdürdüğünü ileri sürmez. Kendisinin kurmuş olduğu bu zıtlıklar bağlamı, bizi gündelik hayatın uçurum ucunda dayattığı ve sürekli işgal etme halinde ortaya çıkan bir “fark” koyma çabasına karşı bir direnmedir. Öyle ki bu fark; söz konusu cinsel kimlikler olduğunda kendisini daha fazla görünür kılmaktadır ve sürekli bir ötekileştirme payından kendisine düşeni alan birisi bir ağırlık altında kalırken bir diğeri bir hafiflik üzerinden kendisine bir bağımlılık yaratmak zorunda kalır. Bu yüzdendir ki romanda bu iki karşıt karakterin-toplumun ve yaşamın izi silindiği takdirde üzerlerini silecek ve varlığını ortaya koyabilecek bir kadın kimliğini ve bedenini kanıtlamak için Sabina karakterini yaratır.
Kendini bağımlı kılabilecek her şeyle “hafif” bir ilişkilenme biçimine sahip olan bu karakter, özellikle de kadın bedeni ve kadın bedeninin özgür bir şekilde var olabilirliğini somut bir düzleme taşıdığı için önem teşkil eder. Kundera, Sabina’nın bu var olma düzlemiyle onun kimliğinin ve kadınlığının ötesine geçme halini şu cümlelerle ortaya koyar: “Kadın olmak Sabina’nın seçmediği bir yazgıydı. Seçmediğimiz bir şeye kendi erdemimiz ya da başarısızlığımız gözüyle bakamayız… Kadın olarak doğmaya isyan etmek ona göre bundan gurur duymak kadar aptalca bir şeydi.” (s.95). Kadınlığını böylesine bir varlık ve yokluk temellendirmesi üzerinden yaşayan roman karakteri, Tereza’nın aksine Tomas’la kendinden feragat edecek şekilde bağıntı kurmaz ve yaşamın ağırlığını sonu gelmeyecek tutkular üzerinden hafif kılmaya çalışır. Sabina romanda sürekli siyah melon bir şapka ile anılır ve bu anlar çoğunlukla cinsel yaşantısındaki anlatılara dahildir. Bir kadınlık ve fetişist imgesini çağrıştıran bu şapkanın sahibi Sabina aksine, bir erkeğin karşısında maskülen bir objeyle sürekli kendisini var eder ve kendi cinsel kimliğine atfettiği bir “hiçlik” anlayışı üzerinde durur. Bu noktada dilediğince özgürlüğünü sağlayarak karşısındaki erkeklerin, özellikle de hiçbir şeye bağımlı olmayacak raddede kendi esrikliğinin peşinde olan Tomas’ın cinsel kimliğini hiçleştirir. Ayrıca karakter, yaşamında ayna metaforu ile tekrar ve tekrar var olmaktadır. Kundera var etmek istediği eril-dişil karakterin bu kimliğini bir ayna ile yan yana getirerek, nasıl erkek egemen hakimiyetinin dışında bir yolun açılabileceğini ve bu yolun üzerindeki izleri topluma yansıtmak istemiştir.
Dolayısıyla da Benjamin’in okumaya ve okumanın eleştirisine dair yaklaşımından yola çıktığımızda; Sabina karakterini, o dönemin ve karakterlerin ötesinde, onlarla kronolojik ve ideolojik açıdan uyumsuzluk gösteren, kendi “kadınlık” imgesini ve bununla ilişkilenişini sonu gelmeyecek şekilde yeniden yıkıma uğratarak yeniden kuran ve böylece de erk yaşamın sınırlarından geçmeyerek bunun karşısında varlığının hafifliğini sağlayan bir karakter olarak okumak mümkündür. Metin ya da yazar her daim dilin ürettiği şeyin en somut anlamını vermez, içermez. Açıkça ifade edilen, aslında ifade edilemeyenin gizli bir eleştirisi olmaya açıktır. Tam da bu noktada, romanda Sabina’nın çağrıştırdığı şeyler erkek egemen hakimiyetinin (romandaki birincil sembolü ile Tomas’ın) ters köşesinde kendi deneyimini, vücudunu özgürleştirerek biricikleştiren öznenin hikayesine döner.