
Şair olmanın bedeli ağırdır yazmıştım defterime. Sylvia bunu cılız nefesleriyle buğuladığı fanusunun üstüne parmaklarıyla yazmış belli ki. yazmakla kalmamış, ite kaka devam ettirdiği ömrünün her gününde bu bedeli ödemiş de.
27 ekim (iyi ki doğdun Sylvia!) 1932’de doğan kadın yazar/şair henüz çocukken başlamış içinde bulunduğu fanusu fark etmeye 8 yaşında babasını kaybetmesiyle girdiği buhranla birlikte ilk şiirini yazmış ve bu buhran ölümüne kadar onu bırakmamış.
“İnsan kalbi çok narin olsa gerek –
atan bir nabız, titrek bir şey
kırılgan, kristalden bir enstrüman parıldayan
ya ancak ağlayabilen ya da şarkı söyleyebilen”
Dizelerini kaleme aldığında henüz on dört yaşındaymış. bu şiirini okuyan öğretmeni Sylvia’nın yanında annesine kurduğu “böylesine çok genç birinin böyle harap edici duygular yaşıyor olması inanılmaz” cümlesine 14 yaşındaki Sylvia sadece yandan bi sırıtışla omuz silkip “bir şiir okurla paylaşıldıktan sonra artık o şiiri yorumlamak okuyucuya aittir” demiş. Omuz silkmek de bir direniş türüdür Sylvia!
Adeta boğazına dolanan parmaklarla dünyaya gelen şair günden güne bu parmakların sıkılaştığını hissederek sıradan bir 11 şubat günü çocuklarına henüz az önce kurabiye pişirdiği fırınına kafasını sokarak soluduğu gazla yaşamına son vermiş. Aldığı nefeslerle kendini öldürmesi de oldukça manidar.
İlk intihar girişimini 21 yaşında annesinin uyku ilaçlarıyla gerçekleştirmiş olsa da henüz yaşaması gerektiğini, acılarının henüz yeterli olmadığını ve doğurması gereken çok şiir olduğunu fark eden evren buna izin vermemiş olacak ki bu girişimde başarılı olamamış. İleri derece manik depresif teşhisinin koyulması da aynı dönemlere denk düşmüş.
Başarılı bir öğrencilik geçiren plath, ilk şiirlerini bursla kazandığı cambridge üniversitesinin gazetesinde yayınlamaya başlamış, yine aynı gazetede hayatının aşkı ve sonunu getirmesinde büyük bi etkisinin olacağından bihaber olduğu ted hughes’la tanışmış. İleri derece manik depresyonu için tedaviye de bu dönem başlayan şair kocasının cinsiyetinden dolayı kolaylıkla elde ettiği mertebeler için savaşması gerekirken biricik kocası da bir köstek olmaktan çekinmemiş, Sylvia’nın üstünde aşağılık kompleksi oluşturmak için elinden geleni yapmış, kapı komşuları olan kadınla onu defalarca kez aldatmış, en sonda evi terk edip aynı kadınla kaçmış. Buna iyi ki deyip sevinmeli miyiz yoksa hughes’a küfürler mi savurmalıyız karar vermek kolay değil zira Sylvia bu dönem için “hayatımın en güzel şiirlerini yazıyorum” der ki gerçekten de öyle olur. şiirlerinin yanı sıra Plath’in içinde bulunduğu çukurun bir dışa vurumu olarak bilinen romanı Sırça Fanus’u da bu dönem de kaleme alıyor.
Kadının toplumdaki yerine, sırf “kadın” olduğu için karşılaştığı zorluklara, Nilgün Marmara’nın deyimiyle bu “erkek cemaatine” olan uyumsuzluğuna ve baş kaldırışına ve dolayısıyla da kadının bileklerine geçirilen prangaların simgesine “sırça fanus” ismiyle ifada eden şair doğumundan itibaren içinde sıkıştığı fanusu daha önce hiç olmadığı kadar açıkça belli eder ve intihar girişimlerinden de ilk kez burada açıkça bahseder –bir roman karakterinin arkasına sığınarak ne kadar açık olunabilirse.
“Yine yaptım, on yılda bir beceririm bunu ben!
Her şey gibi eşsiz bir ustalıkla yapıyorum bu işi,
Öyle ustaca ki insana korkunç geliyor
Öyle ustaca ki gerçeklik duygusu veriyor,
Bu konuda iddialıyım sanırım.”
İyi ki var oldun Esther Greenwood, sadece Sylvia’nın değil dünyaya prangalarıyla gelen tüm kadınların küçük simgesi, büyük çığlığısın!
Türkçeye itirafçı şiir olarak çevrilen şiir türüne örnek olabilecek, dillere pelesenk olan deli kızın aşk hikayesi şiirini de son zamanlarında kaleme almış. Her zaman yaptığı şey, yaralarını imgelerin arkasına saklamak, bir başarı olarak kabul edilmiş, evet.
“Dans ederek gidiyor yıldızlar kızıl – mavi,
Acımasız karanlık ilerliyor dört nala;
Yitip gidiyor dünya yumunca gözlerimi.
Düşledim yatağına büyüyle çektiğini
Delice şakıyarak öptüğünü çılgınca.
(Ben kafamın içinde kurdum sanırım seni.)”
Sylvia “karanlık duygular dünya dışı şeylerin maskesini yüzlerine takabilirler” cümlesiyle bu başarıyı hayatının üstüne maske olarak geçirdiğini yine sessiz sedasız dile getirmiş aslında çok öncelerde, duyulması için kendisini öldürmesi gerekiyormuş belli ki.
Ve o kendisinden de ünlü, şiirlerinden, romanından ve öykülerinden de ünlü ölüm günü gelmiş. henüz otuz yaşında, iki çocuğunun yanına kurabiye ve sütlerini bırakıp kapılarını kilitler ve her yerini iyice bantlar. Tam o saatlerde çocuklar için gelen ve kapıyı defalarca kez çalan bakıcıya o kapı asla açılmaz, ne olduğunu anlamaya çalışan bakıcı alt komşularına iner, şans o ya alt komşuları sağırdır, o da kapıyı duymaz. ve o ölüm gerçekleşir. Evren de bu sefer bir şeylerin önüne geçmek istememiş aksine engel olacak her şeye de engel olmuş adeta.
Duruşuyla, hüznüyle, bu dünyada adeta bir lotus çiçeği gibi var olan Sylvia’yı içimizde yerini unutamadığımız, sürekli elimizin gittiği o yara gibi saklıyoruz, iyi ki doğmuşsun Sylvia Plath!
“tüm dünya ölüme düşer kapattığımda gözlerimi”
Aynen öyle oldu Sylvia, tüm dünya ölüme düştü sen kapattığından beri gözlerini.