Feminist aktivizmi düşünürken aklıma Agnès Varda’nın şu sözleri geliyor: “Neşeli bir feminist olmayı denedim ancak çok öfkeliydim.” Agnès Varda’nın öfkesi, kadınların gasp edilen haklarına karşı içlerinde büyüyen isyan, ataerkilliğin binlerce yıllık şiddet düzeninin farkında olmaktı. Üstelik olup bitenin farkında olmanın getirdiği bilinçlenmenin geri dönüşü de yoktu. Bilinçlenmek sözlerini haykırmayı, eyleme geçmeyi gerektiriyordu. Her feministin hayatında bir yerlerde, bir şekilde, birileriyle başlayan aktivizm bu nedenledir ki biraz öfke istiyor. Bu gerekliliği Toni Morrison da özetliyor: “Öfkeli olmanın mantıklı bir yanı var. Bir gerçekliği ve mevcudiyeti var. Değerinin farkına varmak gibi.” İşte değerinin farkında olmak olgusu, bu değerin dışlanması ve inkar edilmesine karşı öfkeyi ve haliyle aktivizmi var ediyor.
Seneler önce kendime sorduğum soruyu dün gibi hatırlıyorum. Aynı soruyu bugün de soruyorum: “Sistemin eşitliğe uymadığının, özgürlükleri tanımadığının, şiddeti desteklediğinin farkındayız. Gerçeği yansıtmayan bu sistemi benimsemiyoruz ve değişmesi gerektiğini biliyoruz. Peki bilmek yetiyor mu?”
Yetmiyor. Bilmek, bildiğini haykırmayı gerektiriyor. Kendini her gün farklı araçlarla yeniden var eden ataerkilliğe, erilliğe, şiddete karşı bildiklerimizle öylece durmak acı değil de nedir? Belki yakınımızdaki bir erkekten şiddet görmüyoruz, ayrımcılığa uğramıyoruz ama şiddet sadece yakınımızdakilerden gelmiyor. Kadını özel alana hapsetmeye çalışan ataerkil sistem tam da bunu dayatmaya çalışıyor bize: yaşantımızı kendi ailemizden, çevremizden ibaret görmek. Kendimizi dört duvar arasına hapsetmemizi ve dört duvar arasına sıkıştırılmış hayatlara sessiz kalmamızı istiyor. Oysa şiddet ve ayrımcılık evlerde, sokaklarda, iş yerlerinde, kurumlarda. Bu sistem var oldukça bir kadın hiç tanımadığı birinin de şiddetine maruz kalabiliyor. Ceren Özdemir, evinin önünde tanımadığı bir erkek tarafından öldürüldü. Katilin: “Kadın olduğu için güçsüzdür, direnemez dedim.” sözleri ise ataerkil sistemin toplumda yarattığı kadına bakışın ne denli tehlikeli olduğunu gösteriyor. Bu nedenle sistemi bütün yönleriyle kavramalıyız. Sistem içinde bulunduğumuz toplumdur, üstünde yaşadığımız bütün dünyadır. Mücadeleye sistemin genişliğiyle orantılı bir bakış açısıyla yaklaşınca öldürülen bir kadının boynuna saplanan bıçağın acısını da hissediyoruz. “Ölmek istemiyorum.” diyen Emine Bulut’un son sözlerini sesimiz kısılana kadar haykırıyoruz meydanlarda.
İşte aktivizm, kadınların o meydanlarda ‘biz’ olmasıdır. “Asla yalnız yürümeyeceksin.” diyerek birbirlerine verdikleri sözdür. Sistemi değiştirmek için, eşit ve özgür bir düzen için mücadele etmeleridir. Kısacası aktivizm, toplum hayatını dönüştürmeyi amaçlayan faaliyetlerdir. Feminist mücadele tarihinde aktivizm olmasaydı kadın haklarını hayata geçirmek de mümkün olmayacaktı. Çünkü ataerkil sisteme karşı olmanın hem mücadeleye hem de bu mücadelenin kendi içinde bir sistemine ihtiyacı var. Her mücadele bir sistem istiyor ve kadınlar bunu örgütlenmeyle gerçekleştiriyor. Örgütlenmek, bugün tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kadın hareketinin başarılarından biri.
21. yy’da teknolojik gelişmelerin de etkisiyle kadın örgütleri arasındaki diyalog ve işbirliklerinin ülke sınırlarını aştığı bir dönem yaşıyoruz. Türkiye’de öldürülen kadınları anmak ve kadına yönelik şiddeti, kadın cinayetlerini protesto etmek için Amsterdam’daki Dam Meydanı’nda eylem yapılıyor. Tecavüze uğradıktan sonra Ankara’da bir plazanın 20. katından atılarak öldürülen Şule Çet’e Meksikalı illüstrasyon sanatçısı Beatriz Gutierrez bir çizimini atfediyor. Şili’de başlayan Las Tesis eylemleri büyük bir katılımla dünyaya yayılıyor.
Türkiye’de kadın örgütlerine yönelik baskının son zamanlarda fazlasıyla artmasının nedenlerinden biri de bu başarı. Kadınlar şiddet ve ayrımcılık verilerini sınırları aşan şekilde gözler önüne seriyorlar. Kadın cinayetlerinin üstünün resmi makamlarca örtülmesine aktivizmle karşı çıkılıyor. Senelerce resmi belgelere yansımasına engel olunan kadına yönelik şiddet, kadın cinayetleri, taciz, tecavüz, mobbing gibi vakalarda veri girişlerinin olmamasının bu olayların yaşanmadığı anlamına gelmediğini gün yüzüne çıkaran da aktivizm. Tıpkı şiddet faillerinin duruşma salonuna takım elbise giyerek gelmesiyle iyi hal indiriminden faydalandırılmasını dillendirdiği gibi.
Bir hikayedir, belki bin kez yaşandı bu topraklarda. Kadın tecavüze uğruyor ve fail yakalanıp hapis cezası alıyor. Aradan bir iki yıl geçmiyor ki pazarda alış veriş yaparken faille karşı karşıya geliyor. Koşturarak mahkemeye: “Bana tecavüz eden erkek cezaevinden kaçmış.” diyor. “Kaçmadı, af çıktı.” cevabını alıyor. “Ama o erkek bana tecavüz etmişti, devlete değil.” diyor kadın. İşte bugün de kadınlar tecavüz edenin, şiddet uygulayanın, öldürenin mahkemede giydiği takım elbisesiyle aldığı iyi hal indirimlerinde, affeder gibi verilen cüzi cezalarda, deliller yetersiz denilip beraat ettirilmelerinde kadınların hakkına saldırıda bulunulduğunu söylüyor.
‘Şiddeti koruyan sistem şiddetin kendisidir’ diyen kadınlar eylemleriyle sistemin çarklarını bozuyorlar. Elbette ki geçmişten günümüze direnen bütün kadınlar gibi sistem yanlıları tarafından canavarlaştırılıyorlar. ‘Feminist’ dendiğinde ‘erkek düşmanı’ gibi yakıştırmaları hala duyuyoruz. Doğrusu bu yakıştırmalar da erkeği üstün gören muhakemeden kaynaklanıyor. Çünkü birileri kadınlar ve erkeklerin aynı haklara sahip olduğunu söylediğinde, kadın erkek eşitliğini savunduğunda ataerkil muhakemenin gözünde ‘üstün olan erkeğin haklarına saldıran kadın’a dönüşüyor. İşte feminist aktivizmin odaklandığı asıl sorun, sözde hiyerarşinin sistem tarafından dayatılması olduğu için feminist kadınlar bu ithamlarla yılmıyor aksine bu düşünüş şekliyle mücadele ediyorlar.
Dur durak bilmeden hayatlarımıza, özgürlüklerimize kast eden ataerkil sistemin üstüne gitmemiz gerekiyor. Her gün birilerimiz öldürülüyorsa her gün hepimiz yeniden doğmalıyız. Mücadelede olarak ve mücadeleyi büyüterek sistemi dönüştüreceğimize olan inancımızla, geçmişten günümüze ne kadar uzun yol kat ettiğimizi görüyoruz. Önümüzde hala bir yol var. O yolda; aşılması gereken engeller, yıkılması gereken duvarlar, bozulması gereken çarklar, kaldırılması gereken sınırlar var. Ama hepsinden de büyük direniş ve mücadele ruhumuz var. Eşitlik ve özgürlüğü getireceğimizi biliyoruz.